Genel

Her şey her an tam olması gerektiği gibi

kutsal ilişki

Zühre, kalp yetmezliği sebebiyle hastanede yatan arkadaşını ziyaret etmek için yola çıkmıştı. Mucizeler Kursu’nu okuyan ve öğrendiklerini günlük yaşantısına entegre etmeye çalışan Zühre, uzun süredir ruhaniyet yolcusuydu. Birçok manevi yöntem denedikten sonra bir yakınının vasıtasıyla kursla tanışmış ve kursun kendisi için en uygun yol olduğuna kanaat getirerek diğer yöntemleri bir kenara bırakmıştı. Kursun ilk satırını okumaya başladığından bu yana aradan beş yıl geçmişti. Bugün, arkadaşının yanına giderken ona nasıl davranması gerektiğini sorguluyordu kendi kendine otobüste otururken. Hastalık, egonun sevgiye karşı koyduğu bir settir diye yazıyordu kursda. Hastalık, insanı zavallı yapan, Tanrı’dan ayrı olma inancını teyit eden bir ego silahıydı. O halde arkadaşı “hasta” iken bu dünya rüyasında ona “Hayır, sen hasta değilsin. Her şey bir yanılsamadır. Zihnini değiştir, o zaman iyileşirsin mi demeliydi? Elbette hayır, diye cevapladı kendi sorusunu. İsa, kursda böyle bir şey öğretmiyordu. Hattı zatında, İsa kursda hiçbir davranış biçimi öğretmiyordu. Tüm öğreti düşünce boyutundaydı ve davranışlara yönelik tek bir öneri bulunmuyordu. Fakat Zühre kendinden biliyordu; insanın inancını üç beş cümleyle değiştirmek mümkün değildi. Ayrıca, hiç kimse başka birinin fikirlerini değiştiremezdi. O halde şimdi ne yapmalıydı? Zühre, arkadaşına nasıl davranmalıydı?

Zühre’nin önünde yarım saatlik bir yol vardı. Mucizeler Kursu’nu düşünürken İsa’nın kursdaki bazı açıklamalarını aklından geçirdi. İsa, yemek, içmek, uyumak gibi tüm insani davranışların yanılsama olduğunu vurguluyordu. Nefes alıp vermek bile bedeni gerçek yapar diye öğretiyordu. Fakat nefes almaktan vazgeç, yemek yeme ya da uyuma gibi öneriler vermiyordu İsa. Sadece tümünün yanılsama olduğunu bil diyordu. Bunu bilerek ve kursun çizelgesinde ilerleyerek öğrenci adım adım bedene ve onun tüm işlevlerine, dünyanın gerçekliğine ve algının yansıttıklarına olan inancını çürüterek zihinsel dönüşüme tabi kalır diyordu. Zühre, bu deneyimi bizzat tecrübe ettiğinde epey ilerlemişti derslerde. Dolayısıyla, kursda yazanların doğru olduğuna sadece inanmıyordu, doğru olduğunu deneyimlemeye başlamıştı bile. Bilmek nasıl bir lütufmuş meğer. Kanmaların, inanmaların, yanılmaların ötesinde berrak bir ışıktı, Tanrı ışığının ta kendisiydi bilmek.

Arkadaşının yanına vardığında ona bilgi aktarmak yerine yalnızca sevgi, dostluk ve anlayış göstermekten öte hiçbir şey yapması gerekmediğini yol boyunca kendine teyit etti. Yapacak tek şey ona dost olmak olduğunu anlamıştı. Bilgi, ancak içsel bir idrak ile alınırsa gerçekten alınmış olurdu. Bilgi aktarmak sadece motive edebilirdi, merak uyandırabilirdi. Fakat arkadaşının şu anki hastalık durumunda yanında olarak ona güç vermekten başka bir şey yapması gerekmiyordu. Gerisi kendiliğinden oluşurdu zaten. Buna kesin inanıyordu. Bu, kutsal ilişki olmalıydı.

Her şey her an tam olması gerektiği gibiydi. Bu teslimiyet duygusu ve sevgiyle arkadaşının yanına vardığında, Zühre’nin gözleri pırıl pırıl, yüreği kocaman açılmıştı. Arkadaşı yatağında doğrulduğunda, yanına gitti sımsıkı sarıldı ve birlikte birkaç saat vakit geçirdiler, oradan buradan konuştular, birlikte çay içtiler, şakalaştılar. Arkadaşıyla vedalaşırken, yüzündeki huzuru gördüğünde için için sevindi Zühre. Tanrı, her an her yerdeydi. Kutsal Ruh’un sesi herkesin içindeydi. Farkına varmak ya da varmamak ama insanın kendi seçimiydi. Bundan emindi Zühre.

Bengü Aydoğdu