Reklamcılık uzmanı olarak reklam sanayisinin nasıl işlediğini iyi bilirim. Reklam, insanların daha önce varlığından bile haberdar olmadıkları şeylere olan ihtiyacını ya da gereksiz olmalarına rağmen çoğu şeylere ille sahip olma isteğini uyandırmaya yarayan güçlü bir manipülasyon aracıdır. İnsanların özlemleri ve zaafları ahlaksızca sömürülür. Reklam aracı öncelikle mutluluk arzusuna, kişilik ve statü yükseltmeye ve korkulara hitap eder. Günümüzde tasarlanan ve günde 24 saat boyunca TV’lerde, radyolarda, internette ve sosyal medyada maruz kaldığımız reklamlarda mutluluğu satın alabileceğimiz, korkuları hafifletebileceğimiz ya da daha üstün bir insan olabileceğimiz izlenimi verilir.
Reklamın hilesi, özellikle hızlı mutluluk veya tatmin vaat etmesidir. Reklam, bir şeyi satın alarak daha mutlu, daha keyifli, daha güzel olabiliriz, statümüz yükselir, tatmin oluruz diye lanse ederek birçok hasretimizi körükler ve zihnimizi manipüle eder.
Ne zaman Türkiye’ye gelsem, özellikle İstanbul’a, tüketim canavarının günden güne ne denli büyüdüğüne tanık olurum. Eşimle İstanbul’da dolaştığımız zaman kısa bir süre sonra başımız döner ve bir yere otururuz algılarımızı dinlendirmek için. Reklamda, tüketici olarak tanımlanan insanların duygularına ve özlemlerine adeta kamçı vurulur. Reklamlar, mutluluğun satın alınabileceği duygusunu pohpohlar ve insanlardaki mutluluğa olan doğal özlemi sağlıksız ve akılsız bir bağımlılığa dönüştürür. Sürekli alışveriş yaparak kendi iç boşluğunu ve doyumsuzluğunu tatmin etmek için alışveriş yapan insanı kim bilmez? Belki de kendimiz bu tür bir insanız.
Reklamlar genelde dini ya da spiritüel bir dil konuşur çünkü insanın şah damarıdır maneviyatı ve ruhsal özlemleri. Ünlü artistler ve sanatçılar kullanılır ürün reklamlarında insanlarda satın alma güdüsünü ve güveni uyandırmak için. Her türlü tüketim ürünü böylece kişiselleştirilir ve tüketicide belli bir özdeşleşme sağlanır. Tüketici, transa girmiş gibi, robotlaşmış gibi ürünü satın alır ve ilk anlarda müthiş bir doyum ve tatmin hissine kapılır. Bu durum çabuk geçer, boşluk ve tatminsizlik hissi yine öne çıkar. Kısır bir döngüde Hamster faresi gibi asla doymayan, kendi iç açlığının baskısı ve dışsal reklamdan aldığı itkilerle şuursuz gibi yaşar gider.
Bu konuda tek çare, reklamdan etkilendiğimiz an hemen kendimizi sorgulamaktır. Neden bu ürünü istiyoruz, hangi özlemlerimize dokunuyor reklamın içeriği ve gerçekten ihtiyacımız var mı o ürüne diye kendimizi denetlememiz gerekiyor. Dünyadaki hemen hemen tüm toplumlar para üzerine kurulu sistemler içinde dönüp duruyor. Bizlerse ya paranın kölesi ya da efendisi olma özgürlüğüne sahibiz. Çoğu insan paranın kölesi olarak yaşar. Bu durum birincil olarak fakir veya zengin olmakla bağlantılı değildir. Mesele, paraya verdiğimiz anlam ve güçtür. Parayı yalnızca araç olarak görenler pek kaygılanmazlar para konusunda. Fakat parayı amaç yapanlar, parada güç, iktidar ve statü sembolü görenler ceplerindeki para kadar kendilerine ve başkalarına değer biçerler. Buna sözüm ona dindar veya spiritüel insanlar dahildir. Nice koçlar bilirim, reklamın manipülasyoner gücünü çok iyi kullanan. Ruhsal süt ve bal diyarının reklamını yaparak kendi anlamsız hizmetlerinin üzerine sahip olmadıkları bir anlam yüklemek için diplomalı psikolog olmak gerekmez. Reklam, evvela bizlerin en içsel, en çocuksu, en temel özlemlerimize hitap eder. Birçok kişisel gelişim kitabında içindeki çocuğu sev gibi sloganlarla doğal olan manevi hasretlerimiz patolojik olarak tanımlanır. Çoğu insanda gözlemlediğimiz çocukçuluk tavrı günümüzün tipik tavrı haline geldi. Yetişkinlerde ille bir şekilde şımarık çocuksu tavırlar görürüm. Sanki dünya, çocuksu olduğu için masum olan insanın arzularını yerine getirmek mecburiyetindedir ve eğer getiremiyorsa küser ve mızmızlanır. Esas patolojik olan durum budur.
Çocuk olmak, hele günümüzde, hiç de masum bir mesele değildir. Çocuk olmayı ben, olgunlaşmamış meyveye benzetirim. Çocuk hamdır, maneviyatı gelişmemiştir ve egosu tavan yapma modundadır. İnsanın doğası budur. Olgun insanın özlemi bu dünyayı aşar ve eninde sonunda ruhsal patikanın üzerine ilk adımlarını atar. Sonrası artık kendi özdeşleşmesiyle ilgilidir.
Bengü Aydoğdu