Hayattan yeterince alamamaktan korkarız bizler, zengin ülkelerin rahat insanları, dünyanın birçok bölgesine nazaran konforlu yaşamlarımız olmasına rağmen. Partnersiz olanlar mükemmel ilişki ararlar. Partneri olanlar “daha iyi” birinin peşine düşerler. Beş yıldır beraber yaşadığı kız arkadaşıyla neden evlenmediğini sorduğum otuz beş yaşında bir adamın cevabı şu oldu: “Daha ilginç biri çıkabilir karşıma.”
İşi olup çalışanlar tatile gitmeyi hayal eder, veyahut, daha iyi bir işe girmeyi. İşsizler nihayet işi olunca hayatın düzeleceğini söylerler. Bazıları mükemmel işi veya mesleği ararlar bir ömür boyu. Kimimiz kendi işimizin patronu olmayı hayal eder, kimimiz daha başarılı, daha zengin olmak için uğraşırlar. Kimimiz başarırız hedeflere ulaşmayı kimimiz yarı yolda kalırız.
Araba, ev, mal, mülk sahibi olmak nerdeyse günümüzün sıradan düşünceleri olur. Evi olanlar yazlık hayal eder veya daha büyüğünü, daha iyisini, daha iyi bir semti. Mobilyalarımızla hava atmak ayıp değil artık, statü sembolü olarak kabul görmekteler. Ne garip bir sembolizmdir statüye yönelik yapılan bu uydurmalar.
Burnumuzu, dudaklarımızı, memelerimizi beğenmeyip ameliyatla sentetik vücutlar üretiriz. Gaye nedir diye sorduğumda, omuz silkmeler veya yüzeysel cevaplar alırım. Oysa mesele, apaçık ortada: rekabet. Hayvanlar ortamında erkekler dişilerden daha belirgindir. Renkli, süslü püslü erkeklerin yanında dişiler grimsi, gösterişsiz ve çirkin görünürler. Doğanın amacı basittir: üreme eyleminde dişiler erkekleri seçer. Bu nedenle erkekler birbirleriyle hem görüntü hem de becerileri açısından diğer rakiplerinden daha iyi olmaya çalışırlar ki, dişi onu seçsin. İnsan mahlûkatında erkek mi dişiyi yoksa tersi mi geçerli henüz karar veremedim fakat gözlemlenen şu: dişi güzel olmaya çalışır çünkü karşı cinsin beğenisine muhtaçlık hisseder. Ayrıca hemcinsleri tarafından kıskanılmak kendi değerini yükseltirmiş gibi düşünür. Erkekse, goril misali, kendini güçlü ve baskın göstermeye çalışır. Birçok kadının maço tiplere bayılmaların sebebi genlerimizde gizli olsa gerek. Hala mağara insanı statüsünde olduğumuzu pek yadsıyamıyorum.
Şimdide ve burada sahip olduklarımızı değil, eksik olanları görürüz daha ziyade. İsteklerimiz aklımızı oyuklar, mutsuzluğumuzu kamçılar. Ömürler tükenir, insana has doyumsuzluk ve eksiklik duyguları tükenmez. Nereye kadar böyle gitmeli diye sorduğumuzda, cevabını alamayız çünkü isteklerin sonu yok. Tatminsizlik, hırs ve rekabet duygularıyla günden güne yıldan yıla yaşar, esas olanı kaçırırız. Esas olan nedir, peki?
Cevap basit: Yaşam nehrinde akmak, geleni gideni aynı şekilde karşılamak, mutlu ve doyumlu olmak. En önemlisi, dünyanın ne bir ilk ne de son olmadığını, varoluşun bir bedenle veya bir yaşamla sınırlı olmadığını, herhangi bir insanın ya da canlının başka bir insandan ya da canlıdan daha üstün veya daha alçak olmadığını idrak etmektir esas olan. Mucizeler Kursu hatta daha da ileriye gidiyor ve canlı ile cansız arasında bir farkın olmadığını öğretiyor. İlk derslerde bir elin bir masayla aynı değerde olması çoğumuzu şaşırtmıştır. Şaşmayalım. Nihayetinde yanılsama olan her şey ve herkes aynı şekilde yanılsamadır. Bir yanılsamanın başka birinden daha iyi veya daha kötü olduğuna inanmak bu bağlamda baktığımızda mantığımıza saçma gelmeli. Fakat gündelik yaşamlarımızda tam da bunu yapıyoruz: saçmalıyoruz. En aptalımızla en akıllımız aynı derecede saçmalıyoruz. Meselenin püf noktası çünkü dilimiz bir şeye yanılsama derken zihnimiz o yanılsamayı çoktan gerçek yaptı. Bunun farkına varmıyoruz çünkü ne farkındalığımız ne de idrakimiz gelişmiştir bu aşamada. Bu durumu gruplaşmalar veya ezber metotlar uygulamak ortadan kaldırmıyor. Bizleri iyileştiren tek şey, her şeyin eşit derecede gerçek olmadığını anlamakla beraber affedecek bir şeyin olmadığını da şartsız kabul etmekte yatıyor.
Dünya içinde bulunduğumuz durumuzu kısadan belirtmek gerekirse, ilkin, ölü olan ölemez, ikincil, doğmamış olan ölemez demeliyiz. İnsan olarak zaten yokuz, sadece yanılsamayız. Öz olan gerçek benliğimiz doğmadı ki ölebilsin.
Mucizeler Kursu ile vardığımız nokta nedir diye sorulunca şu cevabı verebiliriz: Güneş hala aynı güneş, ağaç aynı ağaç, insan, hayvan aynı, mevsimler aynı. Fakat içimizdeki yorumcu artık farklı. Onun yorumuyla görüntünün ötesindeki tinselliği, daha da ötede boşluğu ve en ötede varlığımızı görebiliriz.